Kaostan çıkan düzen: Tehlike altındaki gezegenimizdeki riskleri azaltabilir miyiz?
Çatışmaların sarstığı, salgınların felç ettiği ve iklim değişikliğinin şiddetli belirtilerinin sinsice peşinde olduğu, gün geçtikçe daha da öngörülemez bir hal alan dünyada riskin kapsamlı bir şekilde anlaşılması, bu karanlık ortamda değerli bir yol göstericidir. Riskleri gerçek anlamda anlamak, ailelerin yaşamlarını planlamalarını, iş dünyası liderlerinin sektörlerimizi daha da geliştirmelerini ve hükümetlerin daha güçlü toplumlar inşa etmelerini sağlar. Bunaltıcı veya tatsız olduğu için riskleri göz ardı etmek, dünyanın kendi kendini yok ettiği bu döngüyü devam ettirmek anlamına gelir.
Dünya Ekonomik Forumu’nun (WEF’ler) 18. yıllık Küresel Riskler Raporu, bu kaostan bir düzen çıkarmayı amaçlıyor. “İnsanlık tarihinde son derece yıkıcı dönem” olarak tanımladığı modern dünyamızın karşı karşıya olduğu krizlerin ölçeğini belirlemek açısından 2023 yılı sayısı önemlidir.[1]
WEF, düşük ekonomik büyüme, uluslararası işbirliğindeki azalma ve hem iklim eylemine hem de toplumsal kalkınmaya zarar veren bir dizi taviz nedeniyle yakın bir gelecekte karşılaşacağımız yıkımı tasvir ediyor.
2023’ün küresel risk profili, bilindik ve yeni risklerin anlaşılması güç bir karışımından ibarettir.
Enflasyon, ticaret savaşları, sosyal kargaşa ve jeopolitik çatışma gibi eskiden beri bilinen zorluklar, sürdürülebilir olmayan borçlanma, küreselleşmenin tersine dönmesi, yaşam standartlarında düşüş ve küresel ısınmayı sanayi öncesi seviyelerin üzerindeki 1,5 °C ile sınırlama fırsatının kaçırılması gibi modern çağımıza özgü yeni kargaşalara yol açıyor.
Zorluklarla dolu bu kusursuz fırtına, WEF’in sözleriyle insan tarihinin “benzersiz, belirsiz ve çalkantılı” bir döneminin başlangıcını haber veriyor. Warren Bennis ve Burt Nanus’un liderlik teorilerine dayanan ve değişkenlik, öngörülemezlik, karmaşıklık ve belirsizlik kavramlarını ifade etmek amacıyla ilk kez 1987’de ortaya atılan ‘VUCA’ kısaltmasının günümüzün küresel ticaret ve politika ortamını tanımlamada daha fazla kullanılması, iş dünyasının da dünyanın içinde olduğu bu durumun farkında olduğunu gösteriyor.
Sahadaki uzmanlarla yapılan anketlere dayanan WEF raporu, hem kısa vadeli riskleri (2020’lerin ortalarında karşılaşacağımız riskler) hem de uzun vadeli riskleri (yaklaşık on yıl içinde ön plana çıkacak olan riskler) inceliyor.
Belki de beklendiği gibi, iki yıl içinde karşılaşacağımız en büyük zorluk ekonomi ağırlıklı olacak ve uzun vadeli zorluklarımız daha varoluşsal bir sorun olarak doğada karşımıza çıkacak.
Yaşam tarzımızı temelden sarsmakla tehdit eden bu uzun vadeli zorlukların etkilerini azaltmak, sistemlerimizde ve yapılarımızda benzeri görülmemiş bir karmaşaya neden olacaktır. Ancak, bu sorunların nedenleriyle mücadele etmeye ve dünyamızı yeniden tasarlamaya başlamadan önce, önümüzdeki iki yıl boyunca küresel istikrara yönelik en kötü tehdit olarak kabul edilen felç edici hayat pahalılığı kriziyle yüzleşmeliyiz.
Ekonomi, gelecekteki risklerin temelini oluşturuyor
Ekonomik baskıların, üç faktör nedeniyle günümüzden 2025 yılına kadar artması muhtemeldir: Rusya/Ukrayna savaşının yakıt fiyatlarını yüksek seviyede tutacak olması, pandemi nedeniyle kapanmaların ardından üretim bileşenlerindeki tedarik sıkıntısının devam etmesi ve uluslararası tedarik zincirlerini etkileyen ticaret savaşları.
Rakamlar, endişe verici nedenleri ortaya koyuyor. Uluslararası Para Fonu (IMF), küresel büyümenin 2023 yılında %3,8’lik tarihsel ortalamaya göre oldukça düşük bir seviye olan %2,9’a düşeceğini tahmin ediyor.[2] ABD ekonomisi bu yılın ilerleyen dönemlerinde durgunluğa girebilir veya en iyi ihtimalle %0,5 – %1 oranında zayıf bir büyüme ile keskin şekilde 2022 yılındaki %1,5 – %2’lik ve 2021’de başarılan %6’lık büyüme oranının altına düşebilir.[3] Genellikle kamu güveninin barometresi olarak kabul edilen emlak fiyatlarında da alarm zilleri çalıyor. Birleşik Krallık’taki ev fiyatları 2023 yılında yaklaşık %8 oranında düşebilir. Bu, 70 yıl içinde yıllık bazda yaşanan en sert ikinci düşüş olabilir.[4]
Tehlikeler artıyor. WEF, iyi yönetilemeyen mali politikalar nedeniyle likidite şoku riskinin ve toplum genelinde borç krizinin ortaya çıkacağını belirtiyor. Yaşanması beklenen stagflasyon (ekonomik durgunlukla birlikte devam eden yüksek enflasyon) senaryosu, kamu borcu seviyelerini geçmişte görülmemiş seviyelere çıkarabilir ve derin sosyoekonomik şokları tetikleyebilir.
Her zaman olduğu gibi ekonomide taşların yeninden yerine oturacağı bu süreçte en fazla zarar görecek olanlar yine toplumun en savunmasız kesimleri olacak.
BM’nin en son Gıda Güvenliği ve Beslenme Durumu raporu, 2021 yılında açlık yaşayan insan sayısının bir önceki yıla kıyasla 46 milyon artarak yaklaşık 821 milyona ulaştığını gösteriyor. Açlık şu anda dünya nüfusunun neredeyse %10’unu etkiliyor. 2019 gibi yakın bir tarihte %8 olan bu oranın ani bir artış sergilediği bu tablo, küresel yetersiz beslenmeyi ortadan kaldırma çabalarında hızlı bir gerileme olduğunu gösteriyor.[5]
Yoksulluğun artması ve açlık korkusu, gelişmekte olan dünyanın daha kırılgan ülkelerinde sokak protestolarından devletin çökmesine kadar uzanan kargaşaları tetikleme potansiyeline sahiptir.
WEF, taşlar yerine oturdukça ve yeni bir ekonomik gerçeklik ortaya çıktıkça “zengin ve fakir ülkeler arasındaki uçurumun büyüyeceği ve on yıllardır insani gelişimde kaydedilen ilerlemenin ilk kez gerileyeceği” bir dönemin başlayacağı konusunda uyarılarda bulunuyor.[6]
Tahminciler, bir ‘jeoekonomik silahlanma’ dönemi bekliyor. Yurtiçi baskılar arttıkça ülkelerin, egemenliklerini artırmak ve rakiplerin büyümesini sınırlamak için mali politikaları sıkılaştırması beklenir. Tüm bunlar modern küresel ekonominin karşılıklı bağımlılığını yeniden doğruluyor.
Ekonomik zorluklarla dolu bir fırtınayla karşı karşıya kaldığımız bu dönemde daha fazla mali baskıyla karşılaşacağız gibi görünüyor. Dünya ekonomisini bir arada tutan unsurların çoğu, gerilim yaşamaya en yatkın olan ülkelerin arasındadır. Ekonomik savaşların fiili savaşlara dönüşmesi, dünya çapında ekonomik toparlanmayı şiddetli bir şekilde frenleyebilir.
Yine de dünya, görünürde aşılmaz görünen bu tür ekonomik krizlere daha önce birçok kez göğüs gerdi ve daha güçlü ve sağlam bir şekilde bu krizlerden çıkmayı başardı. Örnek olarak 1929 – 1939 Büyük Buhranı, 1973 OPEC Petrol Fiyat Şoku, 1997 Asya Krizi veya 2007 – 2008 Küresel Finansal Krizi verilebilir. Bunları dikkate alırsak, aynı veya benzer bir şey tekrar yaşanabilir. Bugün karşımızda daha önce yaşadıklarımızdan farklı olan nasıl bir durum var?
Mevcut durumun içerdiği karmaşık konular, WEF’in yeni risk raporunda tanımlanan ve daha çok yaklaşan çevresel krizin hakim olduğu, tahmin edilen uzun vadeli tehlikelerdir.
İklim değişikliği: Hepimizi tehdit eden ‘risk bombası’
On yıllık bir mercekten bakıldığında iklim değişikliği, küresel risk kavramını yeniden tanımlayacak gibi görünen ve tüm unsurlarıyla hayatımızın her yönünü etkileyebilecek bir ‘risk bombası’ olan ekolojik bir acil durumdur.
WEF’in danıştığı uzmanlar bu konuda çok nettir. Yukarıdaki risk listelerine bakıldığında, 2033 yılına kadar ‘en şiddetli’ 10 tehlikeden yedisi doğrudan küresel ısınma ile ilgilidir: iklim değişikliğini hafifletememek, adaptasyon başarısızlığı, doğal afetler/aşırı hava olayları, biyolojik çeşitliliğin azalması ve ekosistemin çöküşü, yaygın zorunlu göç, doğal kaynak krizleri ve büyük ölçekli çevresel hasara neden olan olaylar. Ayrıca, 10 risk içinde bulunan sosyal uyum erozyonu ve jeo-ekonomik çatışma olarak ifade edilen iki risk, asgari düzeyde iklim değişikliğiyle yüzeysel olarak ilişkilidir.
Daha çok ‘Paris Anlaşması’ olarak bilinen COP21’de 2015 yılında kararlaştırılan iklim hedeflerinin bugüne kadar yavaş ilerlemesi, retorik idealizm ve politik gerçeklik arasında bir uçuruma neden oldu. Kaynaklar ve enerjiler kısa vadeli ekonomik zorluklara kanalize edildiği için bu durum maalesef doğal ekosistemlerimizin orta vadede zarar görmeye devam edeceği anlamına geliyor.
İklim yıkımıyla mücadele konusunda tekrarlanan taahhütlere rağmen 1992 yılında BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesinin imzalanmasından bu yana CO2 emisyonları %60 artmıştır.[7] İklim değişikliğinin, 2030 ve 2050 yılları arasında, büyük ölçüde açlık, sıcaklık stresi ve hastalık nedeniyle yılda 250.000 daha fazla ölüme neden olacağı tahmin ediliyor.[8]
2050 yılına kadar Asya, Kuzey Amerika ve Avrupa gibi çeşitli kıtalardaki şehirlerde ‘en sıcak ay’ sıcaklık değerlerinde 1,9°C ile 8°C arasında artışlar görülmesi beklenmektedir.[9] Aynı tarihte, Amerika Birleşik Devletleri’nin kıyı şeridindeki deniz seviyeleri, bugünkü seviyenin 30,48 cm (12 inç) üzerine çıkabilir.[10]
Eş güdümlü politikalar uygulanmadığı veya yeşil endüstrilere büyük yatırımlar yapılmadığı sürece iklim değişikliği etkileri ivmelenerek artabilir. Doğal kaynakların tükenmesi, biyolojik çeşitliliğin azalması ve gıda kıtlığı, ekosistemin çöküşünün ve çok daha yıkıcı doğal afetlerin hızlanmasına neden olabilir.
Önümüzdeki iki yıl içinde karşılaşacağımız ilk 10 risk arasında görülmeyen biyolojik çeşitliliğin azalması / ekosistemin çöküşü, 2033 yılına kadar risk gündeminde dördüncü sıraya çıkacak. Biyolojik çeşitlilik, insanlık tarihinin önceki herhangi bir dönemine göre daha hızlı azaldığından, doğanın geri dönüşü olmayan görünmez bir kritik eşiği aşmasından korkuluyor.[11]
Biyosfer bütünlüğünün yok olması, İsveçli bilim insanı Johan Rockström tarafından 2009 yılında geliştirilen dokuz ‘gezegen sınırı’ veya kritik eşikten biridir. Rockström’ün ekibi, dönüm noktası niteliğindeki araştırmalarında, insanlığın gelişmeye ve büyümeye devam edebileceği bir Dünyada istikrarı ve dayanıklılığı düzenleyen dokuz önemli süreç belirledi. Ancak bu sınırlardan bir veya daha fazlasının aşılması, büyük ölçekli ve geri döndürülemez çevresel hasarlara neden olur.[12]
Küresel ekonominin yarısından fazlası kısmen doğaya veya doğal kaynaklara bağlıyken ekosistemin çökmesi, hasat miktarının düşmesine, bitkilerin besin değerinin azalmasına, polenleşmenin yaygın olarak gerçekleşememesine ve giderek daha fazla zarar verici bir hal alan sel ve orman yangınlarına yol açacaktır. Kutup buzullarından mercan kayalıklarına, ormanlara ve deniz yosunu bitki örtüsüne kadar tüm ekosistemler bundan etkilenecek. Bu büyüklükteki risklerden kaçabileceğimiz bir sığınak yok.
Daha da kötüsü, iklim kriziyle mücadeleye yönelik iyileştirme stratejileri bazen farklı şekillerde yeni sorunlara neden olan ikilemler ortaya çıkarabilir. Örneğin, dünyada açlığı önlemek için çok önemli olan yüksek yoğunluklu tarım, arazi koruma stratejileriyle çatışan sonuçlar doğurabilir. Yenilenebilir enerji altyapısı bile doğal ortamın bozulması, gürültü kirliliği ve canlıların göç yollarına müdahale gibi istenmeyen sonuçlara neden olabilir.
Ayrıca, ‘riskin şiddetine’ ‘hazırlandığımızda’ veya hazırlık yapmadığımızda ortaya çıkacak talihsiz durumlara uygun şekilde karşı koymalıyız. WEF raporunun en az hazır olduğumuzu belirttiği 10 küresel riskin yarısından fazlası iklimle ilgilidir. Ankete katılanların sadece yaklaşık %10’u iklim değişikliğini azaltma hazırlığımızın etkili veya daha iyi olduğuna inanmaktadır ve yaklaşık %70’i hazırlığımızın etkisiz veya yetersiz olduğuna inanmaktadır.[13] Biyolojik çeşitliliğin kaybı, ekosistemin çökmesi ve doğal kaynak krizlerine hazırlık düzeyimizle ilgili olarak benzer şekilde kötümser bir algı vardır.
Küresel ısınma, gıda zincirleri ve biyolojik çeşitlilik hakkında düşündüğümüzde risk, aslında insan deneyimi yani yaşam kalitemiz ve bir tür olarak hayatta kalma yeteneğimizle ilgilidir.
Peki, bu yeni risk ortamında ilerlerken, insan sağlığı için beklentiler nelerdir?
İklim değişikliği ‘durağan pandemi’ durumunu riske atıyor
İnsan vücudunun kırılganlığı hakkında bir hatırlatmaya ihtiyacımız olursa, COVID-19 bu uyarıyı bize verdi. Eğer bundan gerçekten şüphe duyuyorsanız bir küresel kapanma, 5 milyondan fazla ölüm ve sonrasında 12,5 trilyon ABD doları tutarında ekonomik hasar neticesinde insanlığın ekosisteme olan bağımlılığının kesin olarak yeniden tesis edildiğini hatırlatmak isterim![14]
Pandemi, manşetlerdeki etkilerinin ötesinde, antimikrobiyel direnç (2019 yılında yaklaşık 5 milyon ölümle ilişkili[15]), aşıya karşı tereddütler ve iklim kaynaklı hastalıklar gibi daha geniş sağlık zorluklarına da dikkat çekti.
İklim değişikliği tüm flora ve faunayı etkileyecektir; biz insanlar duyarlılık açısından diğer aynı türdeki hayvanlardan çok az farklıyız.
İklim değişikliğinin hafifletilmemesi (10 yıllık bir zaman diliminde şiddetine göre bir numaralı risk olarak kabul edilir), insanlık için sağlıkla ilgili bir dizi etkiyi tetikleyecektir. Bunlar arasında artan hava kirliliği, su yoluyla yayılan kirleticilerde artış ve daha ölümcül ‘yaş termometre’ olayları (ısı ve nemin birleşerek vücudun kendini soğutma yeteneğini engellediği günler) yer alır. Küresel ısınma, böceklerin yaydığı sıtma (2021 ölüm sayısı: 619.000[16]) ve dang humması gibi mevcut hastalıkların yayıldığı ‘tehlike mevsimini’ de uzatacaktır.
Devam eden kentleşme, doğal yaşam alanlarını daraltır ve insanların vahşi hayvanlarla daha da yakından temas etmesine neden olur. Bu durum, SARS, MERS ve kuş gribi gibi hayvanlarda görülen hastalıklarda sürekli bir artış ve WEF tarafından kaygı verici olarak tanımlanan ‘durağan-pandemi’ tehdidini yaratmaktadır.
Sağlık sistemleri, bilinmeyen tehditlere hazırlanmak yerine mevcut zorluklara ayak uydurmakta zorlanır. Örneğin, 2022 yılında Birleşik Krallık’ta, Ulusal Sağlık Hizmeti işlerinin onda biri boş olmasına rağmen, yaklaşık 7 milyon kişi acil olmayan tıbbi tedavi için beklemek zorunda kalmıştı. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), 2030 yılı itibarıyla çoğunlukla alt ve alt orta gelirli ülkelerde, dünya genelinde yaklaşık 10 milyon sağlık çalışanı açığı olacağını tahmin ediyor.[17]
Devletin tıbbi harcamaları azaltması, insan sağlığı üzerinde tehlikeli bir etkiye sahip olabilir ve bu tür senaryolar gelişmiş ülkelerde bile makul görülebilir. ABD, en büyük nüfus grubu henüz emekli olmamış olsa da GSYİH’sinin %20’sini sağlık hizmetleri için harcıyor.[18]
Teknolojinin bizi bu durumdan kurtaracağını hayal edebiliriz. Ancak dikkatli olunması öneriliyor, çünkü eşitsizliği artırma potansiyeliyle teknoloji, kendi başına bir risktir.
Gelişmiş ekonomileri ve zengin mali kaynakları olan ülkeler, önümüzdeki yıllarda yapay zeka, kuantum hesaplamaları ve biyoteknolojideki gelişmelerden elde edilen kazançları tekelleştirmeye çalışıyor. Gelişmekte olan ekonomiler, yavaş ilerledikleri bu yolun dışına çıkmadıkları sürece sağlık hizmetleri, iklim etkilerini azaltma ve tarımdaki iyileştirmelerin yanı sıra bu teknoloji odaklı yarışta geride kalacaklar.
Teknolojik devrimin ön saflarında yer alan ülkeler bile bu yarışta rahat bir nefes alamazlar. Kaçınılmaz olarak, teknolojiye olan artan bağımlılığımız, gizliliğin ihlal edilmesinden çevrimiçi suça ve siber terörizme kadar yeni tehlikeler doğuracak.
Ve yine . . . bir risk analizi bağlamında bile, her zaman bir umut olacak.
WEF, uluslarımızda ve toplumlarımızda davranışlarımızı değiştirebilecek ve bu yolda karşımıza çıkabilecek bazı riskleri aşmamıza yardımcı olabilecek çeşitli yolları özetlemektedir.
Teknolojik bir cankurtaran: Riskin nedenlerini iyileştirme
Her şeyden önce, Abdul Latif Jameel Başkan Vekili ve Abdul Latif Jameel Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Fady Jameel’in daha önce bunun gibi önceki makalelerde belirttiği üzere, acil ekonomik sıkıntılarımızın kolektif geleceğimizde bekleyen en ölümcül risk olan iklim değişikliğiyle mücadele ile ilgili uzun vadeli hedeflerimizi tehlikeye atmasına izin vermemeliyiz.
Önümüzdeki iki yıllık risk listesinde insanlığın karşılaşacağı risklerin başında gelen hayat pahalılığı krizi, çoğu uzman tarafından geçici bir tehlike olarak görülmekte ve 10 yıllık risk listesinde ilk 10 içinde bile yer almayacaktır. On yıllık bu perspektiften bakıldığında, ekosistemin çöküşü ve büyük ölçekli göç gibi diğer yüksek dereceli riskleri önlemek için küresel ısınmaya karşı mücadele etmek, temel ilke olarak kabul edilir.
BM’ye göre küresel ısınmanın 1,5°C’yi aşmaması, emisyonların 2030 yılına kadar %45 oranında azaltılması ve 2050 yılına kadar net sıfıra ulaşılması anlamına geliyor.[19] Tüm bu emisyonların yaklaşık dörtte üçünden sorumlu olan enerji sektöründe bir dönüşüm gerekli.
Kirletici kömür, gaz ve petrol yakıtlı enerji tesislerini hızlı bir şekilde rüzgar veya güneş çiftlikleriyle değiştirmeliyiz. Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA), 2050 yılına kadar enerjinin yaklaşık %88’inin yeşil olabileceğini ve rüzgar, güneş, hidro, biyoenerji ve jeotermal tesislerinin bir bileşiminden sağlanabileceğini tahmin ediyor.[20]
Hızlı aksiyon almak sadece çevresel değil, aynı zamanda ekonomik açıdan da anlamlıdır.
Araştırmalar, enerji sistemlerimizin karbondan arındırılmasının gezegenimizin karşı karşıya olduğu riskleri azaltmanın yanı sıra 2050 yılına kadar dünyanın en az 12 trilyon ABD Doları tasarruf etmesini sağlayacağını göstermektedir.[21]
İhtiyatı elden bırakmamamıza rağmen teknolojik ilerleme birçok fayda da sağlıyor. Modern rüzgar türbinleri her zamankinden daha yüksek, bu sayede daha yüksek hava akımlarından daha fazla potansiyel enerji elde ediyor. 2021 yılında 3 MW olan ABD’deki yeni rüzgar türbinlerinin ortalama kapasitesi, 2020’ye göre %9, 1998/1999’a göre %319 oranında artmış oldu.[22] [23]
Güneş enerjisinde de aynı durum söz konusudur. Fotovoltaik teknolojisindeki gelişmeler, yüksek verimli modern güneş panellerinin %23 verimliliğe ulaşarak %15 verimliliğe sahip önceki sistemlerin limitlerini çok geride bırakabileceği anlamına geliyor.[24]
Teknoloji aynı zamanda, 2033 yılına kadar %26 oranında yıllık bileşik büyümeye ve 34 milyar ABD Doları ciroya ulaşması beklenen küresel dikey tarım sektörünün günümüzde yaşadığı yükselişe de destek oluyor. Bu tür son teknoloji tarım teknikleri, daha az su ve daha az kimyasalla metrekare başına gıda çıktısını artırıyor.[25]
Teknoloji bizi iklim değişikliğinin korkunç risklerinden kurtarabilirse, insanlığı en kötü düşmanımızdan yani kendimizden nasıl kurtaracağımızı düşünmeye başlayabiliriz.
Daha az riskli bir geleceğe doğru dört adım…
Gelecekteki risklerin üstesinden gelerek başarılı olmak istiyorsak bunu ülkelerin ayrı ayrı çabalarıyla gerçekleştirmeyeceğiz. Siyasi liderlerin, sınırları ve kıtaları aşarak birlikte çalışması ve hepimizi birleştiren risklere ortak çözümler tasarlaması gerekir.
WEF, “Savunmacı, parçalı ve kriz odaklı yaklaşımlar uzağı göremez ve sıklıkla kısır döngülere sıkışıp kalırlar” diyor. Bunun yerine, “uzun vadeli risklere karşı dayanıklılığımızı artırmayı ve daha refah dolu bir dünyaya giden bir yol çizmeyi” amaçlayan “öngörü ve hazırlığa dayalı titiz bir yaklaşım” gerektiğini belirtiyor.[26]
WEF, riske yönelik küresel tepkimizi iyileştirmek için dört adımdan oluşan bir manifesto önermiştir:
- Riskleri önceden tespit etmede daha iyi olmak: ‘Ufuk tarama’ ve ‘senaryo planlama’, verilerdeki tespit edilmesi zor göstergelerden bir anlam çıkarmak için başvurulan faydalı stratejilerdir. Bu stratejiler bir araya gelerek sıcaklık artışları, sınır kargaşası ve ortaya çıkacak salgın hastalıklar gibi gelecekteki makro ölçekli olayları öngörmemize ve bunlara hazırlanmamıza yardımcı olabilirler.
- ‘Gelecek’ ifadesini yeniden tanımlamak: Son zamanlarda yaşanan felaketler nedeniyle çok fazla kamu politikası dikte edilmiş ve benzer şekilde, çok fazla sayıda kurul kararı, acil tehditlerin önlenmesini dikkate almaktadır. Hem kamu hem de özel sektördeki kurumlar, riskleri önceliklerini kısa vadeli motivasyonlardan ayırmak için daha sıkı çalışmalıdır.
- Büyük resmi görmek: Politika yapıcılar, birçok krizin birbiriyle ilişkili olduğunu unutmamalıdır. Hem iklim değişikliğinin hem de silahlı çatışmanın, gıda tedarik zincirlerini ve açlığı nasıl etkileyebileceğini ele almak gerekir. Bu nedenle, riskleri belirlemek genellikle sektörler arası hazırlık gerektirir. Bazen eğitime yatırım gibi bir müdahale ile GSYİH, sağlık ve yaşam standartlarına eş zamanlı fayda sağlayan birden fazla getiri elde edilebilir.
- Ortak bir vizyon paylaşmak: Gerçek anlamda etkili müdahaleler, genellikle toplumun geniş bir kesitini oluşturan hükümetler, STK’lar ve özel sektörden gelir. Verilerin ulusların arasında açık paylaşımı, doğal afetlerden terör saldırılarına kadar çeşitli risk durumlarında hayatların kurtarılmasına yardımcı olmuştur. Bu tür işbirlikleri, gelecek için bir modeldir.
Yenilgiyi kabul eden bir tutumdan kaçınmamız için nedenler vardır. Dalgalanmalar, risk yaratan olayların gerçekleşme olasılığını artırırken istikrar, tersi bir etkiye sahiptir ve WEF raporundaki uzman görüşleri önümüzdeki on yıllık bir süreçte şu anda yaşadığımızdan daha az dalgalanma öngörüyor.
Katılımcıların %82’si önümüzdeki iki yıl içinde “kalıcı krizlerin” veya “sürekli dalgalanmanın” olduğu bir ortamın bizi beklediğini öngörüyor. Ancak, 2033 yılına kadarki süreç için bu rakam %54’e düşüyor ve geriye kalanlar nadiren karşılaşılan yerel beklenmedik durumları, görece istikrarlı bir ortamı ve hatta küresel dayanıklılığın yeniden canlanacağını öngörüyor.
… ve seçerek kaderimizi belirleyebileceğimiz dört yol var
WEF, önceliğimizin, 2030 yılına kadar doğal kaynak kıtlığı etrafında kümelenmiş birden fazla krizi ifade eden ‘çoklu krizlere’ körü körüne takılmaktan kaçınmak olduğunu söylüyor. Çoklu kriz, parçalarının toplamından daha büyük sorunlar oluşturma potansiyeline sahip birbirine bağlı risklerden oluşan bir ağı temsil eder.
Sinsi bir çoklu kriz ortamı karşısında en iyi savunma, söz konusu çevresel, jeopolitik ve sosyoekonomik risklerin yaşamın temelleri olan gıda, su, yakıt ve enerji için nasıl daha fazla rekabete yol açabileceğinin farkında olmaktır.
Uzun vadeli ve global bir düşünce yapısını benimsemek, gelecekteki dört farklı senaryo arasında seçim yapma konusunda bizi güçlendirecektir.
- Kaynak iş birliği: Uluslar, iklim değişikliğinin en kötü etkilerini azaltmak ve küresel bir gıda tedarik zincirini sürdürmek için birlikte çalışmalıdır. Su, metal ve mineral kıtlığı kaçınılmazdır ancak bu durum yönetilebilir ve böylece daha yoksul bölgelerde sınırlı bir insani krize yol açar.
- Kaynak kısıtlamaları: Küresel krizler, iklim değişikliği ile mücadeleyi engelleyerek kırılgan ülkelerde açlığa ve enerji kıtlığına yol açar. Siyasi istikrarsızlıkla birlikte önemli insani krizler ortaya çıkar.
- Kaynak rekabeti: Uluslararası rekabet ve güvensizlik, daha zengin ülkelerin kendi kendine yetecek şekilde izole olmalarına neden olarak küresel çapta zengin ve yoksul ülkeler arasındaki uçurumu derinleştirir. Gıda ve su ihtiyaçları yurt içinde karşılanabilse de gelişmiş ülkelerdeki kritik mineraller ve metal kaynaklarının yetersiz olması, raslantısal çatışma tehlikesinin artmasıyla birlikte kıtlık, fiyat savaşları ve yeni güç bloklarının ortaya çıkmasıyla sonuçlanır.
- Kaynak kontrolü: Jeopolitik anlaşmazlık, iklim kaynaklı gıda ve su kıtlıklarını daha da kötüleştirerek, eşi benzeri görülmemiş şiddetteki kıtlık ve kuraklığın neden olduğu göçün sosyoekonomik etkileri ve devletler arasındaki sıkça yaşanan çatışmalarla gerçek anlamda küresel bir çoklu kaynak krizine yol açar.
Açıkçası, ideal yaklaşım işbirliği yapmaktır ve özel sektör, toplumu bu en az riskli senaryoya yönlendirmeye yardımcı olmak için benzersiz bir konuma sahiptir.
Riskleri azaltmada özel sektörün rolü
Abdul Latif Jameel’de, BM Gündemi 2030 ve Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları (SDG) doğrultusunda iklim değişikliğiyle mücadele ederek ve yeşil bir toparlanmayı teşvik ederek küresel riski azaltmaya yardımcı olmak için özel sermayemizin gücünü kullanıyoruz.
Önde gelen yenilenebilir enerji işletmemiz Fotowatio Renewable Ventures (FRV), herkes için uygun fiyatlı temiz enerji sağlamak için çalışıyor. FRV aracılığıyla Orta Doğu, Avustralya, Avrupa ve Latin Amerika genelinde güneş, rüzgar, enerji depolama ve hibrit enerji gibi sürekli genişleyen bir proje portföyünü yönetiyoruz.
FRV’nin inovasyon kolu olan FRV-X, evlerimize ve topluluklarımıza 24 saat güç sağlamak için diğer en yeni enerji teknolojilerinin yanı sıra şebeke ölçeğinde akü depolama tesislerine (BESS) öncülük ediyor. Holes Bay, Dorset; Contego, West Sussex ve Clay Tye, Essex’te BESS projelerini ve ayrıca Avustralya’da Dalby, Queensland’da bir hibrit güneş enerjisi ve BESS tesisini işletiyor. FRV, sonbahar 2022’de İngiltere’de iki ek BESS projesinin yanı sıra Yunanistan’daki bir BESS projesinde çoğunluk hissesini satın aldı.
FRV-X, yakın zamanda, Alman merkezli, etki odaklı bir ‘hizmet olarak güneş’ hizmeti sağlayıcısı olan ecoligo’ya 10,6 milyon ABD doları yatırım yaptı. 2016 yılında kurulan ecoligo, enerji ihtiyaçlarını karşılamak için güneş enerjisi projeleri geliştirmek üzere gelişmekte olan pazarlardaki ticari ve endüstriyel müşterilerle doğrudan çalışarak güneş enerjisi üretimini geliştirmeye yönelik ‘aşağıdan yukarı’ bir yaklaşım benimsiyor. Her proje, bireysel yatırımcılar tarafından yenilikçi bir kitle yatırım platformu aracılığıyla finanse edilmektedir. ecoligo şu anda Kenya, Gana, Kosta Rika, Vietnam, Filipinler ve Şili dahil olmak üzere 11 ülkede faaliyet göstermektedir.
Tehlikeli şekilde tüketilen kaynakların geleceğini riskten arındırmaya başka nasıl yardımcı oluyoruz?
Abdul Latif Jameel Enerji ve Çevre Hizmetleri’nin bir parçası olan Almar Water Solutions’taki meslektaşlarımız, ileri teknolojinin su sistemlerinin kalitesini ve verimliliğini artırmaya nasıl yardımcı olabileceğini gösteriyor. 2022 yılında, bir Nesnelerin İnterneti uzmanı olan Datakorum’a yatırım yaparak Abu Dabi’de e& Enterprise ile (önceki adı Etisalat Digital) su ve enerji altyapısı için akıllı iletişim projesine yönelik bir ihaleyi almak üzere ortaklık kurdu. Bu proje, müşteriler için daha fazla verimlilik sağlamayı ve yerel su altyapısının dijitalleştirilmesine katkıda bulunmayı, operasyonel iyileştirmeleri ve akıllı şebekenin hazırlanmasını hızlandırmayı amaçlamaktadır.
Bu arada, 2014 yılında Community Jameel tarafından ortaklaşa kurulan MIT’deki Jameel Su ve Gıda Sistemleri laboratuvarı (J-WAFS) sürekli büyüyen küresel nüfusu beslemek ve yaşamlarını sürdürmelerini sağlamak için teknikler araştırırken, başka bir Community Jameel/MIT işbirliği olan Abdul Latif Jameel Yoksulluk Eylem Laboratuvarı (J-PAL), bilimin öncülüğünde politikalar oluşturması gerektiğini savunarak küresel yoksulluğa karşı koymayı amaçlamaktadır.
[1] https://www3.weforum.org/docs/WEF_Global_Risks_Report_2023.pdf
[2] https://www.imf.org/en/Publications/WEO#:~:text=Description%3A%20The%20January%202023%20World,historical%20average%20of%203.8%20percent .
[3] https://www.jpmorgan.com/commercial-banking/insights/economic-trends
[4] https://www.pwc.co.uk/services/economics/insights/uk-key-trends-in-2023.html
[5] https://www.fao.org/newsroom/detail/un-report-global-hunger-SOFI-2022-FAO/en
[6] https://www3.weforum.org/docs/WEF_Global_Risks_Report_2023.pdf
[7] https://www.iea.org/reports/net-zero-by-2050
[8] https://www.who.int/health-topics/climate-change#tab=tab_1
[9] https://www.bbc.co.uk/news/newsbeat-48947573
[10] https://climate.nasa.gov/news/3232/nasa-study-rising-sea-level-could-exceed-estimates-for-us-coasts/#:~:text=By%202050%2C%20sea%20level%20along,three%20decades%20of%20satellite%20observations
[11] https://www3.weforum.org/docs/WEF_Global_Risks_Report_2023.pdf
[12] https://www.stockholmresilience.org/research/planetary-boundaries.html
[13] https://www3.weforum.org/docs/WEF_Global_Risks_Report_2023.pdf
[14] https://www.reuters.com/business/imf-sees-cost-covid-pandemic-rising-beyond-125-trillion-estimate-2022-01-20/
[15] https://www3.weforum.org/docs/WEF_Global_Risks_Report_2023.pdf
[16] https://www.who.int/teams/global-malaria-programme/reports/world-malaria-report-2022
[17] https://www.who.int/health-topics/health-workforce#tab=tab_1
[18] https://www3.weforum.org/docs/WEF_Global_Risks_Report_2023.pdf
[19] https://www.un.org/en/climatechange/net-zero-coalition
[20] https://www.irena.org/-/media/Files/IRENA/Agency/Webinars/07012020_INSIGHTS_webinar_Wind-and-Solar.pdf?la=en&hash=BC60764A90CC2C4D80B374C1D169A47FB59C3F9D
[21] https://www.oxfordmartin.ox.ac.uk/news/decarbonise-energy-to-save-trillions/
[22] https://windeurope.org/newsroom/press-releases/eu-wind-installations-up-by-a-third-despite-challenging-year-for-supply-chain/
[23] https://www.energy.gov/eere/articles/wind-turbines-bigger-better
[24] https://www.forbes.com/home-improvement/solar/most-efficient-solar-panels/
[25] https://www3.weforum.org/docs/WEF_Global_Risks_Report_2023.pdf
[26] https://www3.weforum.org/docs/WEF_Global_Risks_Report_2023.pdf